Antik yapılardan beton çağına sessiz geçiş

Antik mimari inancı ve anlamı taşa işlerken, modern mimari verimliliği ön plana aldı. Artık taş konuşmuyor, yalnızca yansıtıyor.

Abone Ol

Partenon, Ayasofya, Roma Anteonu, Angkor Wat gibi antik dönem yapıları yalnızca işlevsel değil; inanç, kudret ve anlamın taşa kazındığı sembollerdir.
Modern kentleşme ise aynı taş ve benzer hammadde ile betonarmeyi, aynı kutsallığın yerine “standartlaşmış endüstriyel üretimi” koymuştur.

Bu dönüşümün özünde, mimarlığın “insanı yansıtan” bir eylem olmaktan çıkıp, “insanı barındıran” bir endüstriye dönüşmesi yatmaktadır.

1923’te yayımlanmış ve Le Corbusier tarafından kaleme alınmış Vers une architecture adlı eserde modern bina “yaşamak için bir makine” olarak tanımlandığında aslında bu dönüşümün felsefi zemini kurulmuştur. O günden beri mimarlık, ritüel ve sanattan çok verimlilik üzerine inşa edildi.

Antik yapıların çoğu belirli bir kutsalı, düzeni veya metafizik fikri temsil ediyordu. Yunan tapınakları oran ve uyum ile evrenin matematiksel güzelliğini mimariye uyarlardı. Gotik katedraller ışığın kutsallığını taşın geometrisi ile bütünleştirirdi. Osmanlı mimarisinde Mimar Sinan, kubbeyi “göğün yansıması” olarak yorumlamış, dolayısıyla her yapı bir kozmos metaforu haline gelmiştir.

Bu yapıların amacı yalnızca inşa etmek değil, “varoluşu anlamlandırmaktı.” Bu yüzden antik mimari, yalnızca mühendisliğin değil aynı zamanda teoloji, felsefe ve estetiğin ortak ürünüydü.

Sanayi Devrimi ise mimarlığın kaderini belirleyen kırılma noktasıdır. Demiz, cam, beton gibi malzemelerin seri üretilebilir hale gelmesi ile birlikte “el emeği” kavramı, çoğunlukla yerini “makine hassasiyetine” bıraktı. Artık her sütun, kendinden daha büyük bir anlamın değilİ bir üretim kalıbının ürünüydü.

Walter Benjamin, Mekanik Yeniden Üretim Çağında Sanat Eseri adlı metninde “aura” kavramını ortaya atarak seri üretimin sanatı nasıl kutsallıktan arındırdığını belirtir. Bu kavram mimariye uyarlandığında ise “antik sütun kutsaldı, modern kolon seri üretimdir” denilebilir.

Sonuç olarak modern mimari anlam üretmeyi değil, işlevi maksimize etmeyi amaçlar hale geldi.

Ekonomik rasyonalizm ve mimarlığın endüstrileşmesi.
20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren kapitalist kentleşme süreçleri mimariyi sanatsal üretimden ekonomik rasyonalizme taşımış oldu.
Zaman, maliyet, enerji verimliliği, kompakt ve modüler tasarım öncelikli hale geldi.
Gelişen inşaat teknolojileri, bireysel estetikten çok sistematik üretim anlayışını destekledi.
“Sanatçı mimar” figürü yerini “proje yöneticisi”ne bıraktı.

Kısacası antik mimarlık “anlamların mekansallaştırılması” olgusunu taşırken, modern mimarlık “verimliliğin mekansallaştırılması”na evrildi.

Post-modern dönemde biçimin yeniden dirilişi
Robert Venturi, Frank Gehry, Daha Hadid gibi bir takım post-modern mimarlar, modernizmin düz ve genellikle minimal çizgilerini kırarak biçimlere yeniden ruh kazandirmak istediler. Heyhat bu “yeniden sanatsallaştırma” çabası bile çoğu zaman simülasyon düzeyinde kaldı. Jean Baudrillard’in deyimiyle modern mimarlik, artık hakikati temsil eden değil, hakikatin yerini alan bir simülakr üretmektedir.

Ruhu olmayan taşın sessizliği. Antik yapılar zamanın ötesinde bir sessizliğe sahipti; çünkü anlamları formun içine işlenmişti. Modern binalar ise gürültülü, hızlı ve çoğu zaman geçiciler. Günümüz mimarisi artık “sonsuzluğu temsil etmiyor”, “güncelliği barındırıyor”

Belki de bu yüzden çeliğin, camın ve betonun kusursuzluğu bize huzur değil, soğuk bir hayranlık hissi veriyor. Antik taşlar konuşurdu; modern cepheler ise sadece yansıtıyor.