Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Mustafa Destici şu ifadeleri kullandı;

“Eskişehir’imiz kadim bir şehrimiz. Kültürüyle, medeniyetiyle, insanıyla, tarihiyle çok kıymetli ve değerli bir şehir. Osmanlı döneminde ayrı bir öneme haiz, Selçuklu ve öncesinde farklı önemlere haiz, ama Cumhuriyet döneminde de gerçekten geldiği nokta itibarıyla hem bir sanayi şehri, hem bir ticaret şehri olması; buna bağlı olarak çalışan, emekçi bir şehir olması; emekli şehri olması; diğer taraftan bir eğitim şehri olması; üniversiteleriyle, bir turizm şehri olması, bir cazibe merkezi haline getiriyor Eskişehir’i.

Tabii Eskişehir’imiz diğer vilayetlerle kıyasladığımızda aslında dışarıdan çok göç alan bir şehir değil. Eskişehir’imiz ölçülü bir şekilde dışarıdan göç almış bir şehir ve bu da neyi getirmiş? Uyum sağlamış. Dolayısıyla hem Balkan göçmeni kardeşlerimiz, muhacir dediğimiz hem Kırım Tatarı olan kardeşlerimiz, hem de başka Türk coğrafyalarından buraya gelen kardeşlerimiz ve daha sonrasında da özellikle 1960’lardan, 1970’lerden itibaren ülkemizin çeşitli vilayetlerinden, başta yakın vilayetler olmak üzere, Bilecik gibi, Afyon gibi, Kütahya gibi… Çünkü sanayi şehri olduğu için oralardan buraya bir akış olmuş.

Mesela ilçeler için de bu geçerli. İlçeler gittikçe küçülmüş, merkez büyümüş. Neden? Sanayi burada. Ben 1975’li yıllarda Sivrihisar’da okurken, ilkokul beşinci sınıftaydım. Eskişehir’in giriş tabelasında “10.000” yazardı. Bugün de, büyükşehir olup da köyler nüfusa dahil edilmeden önce yine “10.000” yazıyordu. Neden? Çünkü sürekli buraya göç vermiş. Bizim Gün yüzü, Şehit Gazi’si, Çifteler’i, Mahmudiye’si, hepsi böyle… Buraya göç vermiş. Mesela biz Ankara’ya daha yakınız; Sivrihisar, Günyüzü özellikle… Ama diyelim üç hane bile Ankara’ya gitmemiş, başkent olmasına rağmen. Hepsi Eskişehir’e gelmiş. Neticede bu, sanayi kenti olmasıyla ilgili en büyük etken.

Daha sonra bir üniversite şehri olması… Dolayısıyla da bu diğer vilayetlerden de, komşu vilayetlerin dışındaki Erzurumlular, Antepliler, Mardinliler, Diyarbakırlılar, Siirtliler… Hemen hemen ülkemizin dört bir yanından gelmiş. Kaç dediniz, 35-34 tane dernek var. Yani Bilecik, Kütahya, Afyon’un yanı sıra ta Diyarbakır’dan da, Mardin’den de, Siirt’ten de, Erzurum’dan da gelmişler. Ağrı, Kars, değil mi? Oralardan da var. Bir keresinde onların derneklerini ziyaret etmiştim. Şimdi oradan da gelmişler. Ama neticede Eskişehir’de çok güzel bir kaynaşmayla bir hayat devam ediyor.

Dolayısıyla burada belirgin bir problem de meydana gelmemiş. Bu hem Eskişehir halkının insana bakışı, insana değer vermesi hem de buraya gelen ve bugün sizin temsil ettiğiniz bu dışarıdan gelen ya da farklı illerden gelen kardeşlerimizin de Eskişehir’le, Eskişehirliyle çok kolay bir şekilde uyum sağlaması da bunun en önemli etkenlerinden bir tanesidir.

Onun için Eskişehir aynı zamanda bir huzur şehri, bir mutluluk şehri, bir kültür şehri, bir medeniyet şehri, bir eğitim şehri, bir sanayi şehri ve bir ticaret şehri. Bu şehre katkı veren herkese büyük bir şükran duyuyoruz, teşekkür ediyoruz. Kim memleketimiz, milletimiz, şehrimiz, insanımız için bir katkı sağlıyorsa; kimi ticarette, kimi sanayide, kimi eğitimde, kimi sağlıkta, kimi tarımda sağlıyorsa biz onların hepsine müteşekkiriz.

Sonra bir gerçeğimiz de şudur ki: Bu ülke doğusuyla, batısıyla, kuzeyiyle, güneyiyle, Kürdüyle, Türkmeniyle, Alevisiyle, Sünnisiyle bizimdir. Yani hepimizindir. Biz biriz. Ortak adımız Türk milletidir. Biz tarih birliği olan bir milletiz. Ülkü birliği olan, yani gelecek hedeflerini, istikbali birlikte planlayan bir milletiz. Onun için birliğimiz, kardeşliğimiz bizim için her şeyin üzerindedir. Bugüne kadar bunun bırakın parçalanmasına, zedelenmesine dahi müsaade etmedik. Bundan sonra da etmeyeceğiz.

Onun için bu ülke hepimizindir. Diyarbakır da hepimizin, Siirt de hepimizin, Edirne de hepimizin, Eskişehir de hepimizin, Ankara da, İstanbul da hepimizin. Dolayısıyla bu ülkenin insanı nerede ikamet etmek istiyorsa, nerede hayatına devam etmek istiyorsa, nerede kendisini daha mutlu ve huzurlu hissediyorsa, nerede kazancını bulabiliyorsa, ailesinin rızkını nerede temin edebiliyorsa, elbette ki orada yaşama ve hayatını orada devam ettirme hakkı vardır. Bu da en temel haklardan bir tanesidir.

Bu bakımdan da ülkemiz, adeta bir kazan olarak düşündüğümüzde, bu kazanın içerisinde hepimiz hep birlikte kaynamaktayız. Vatanımızın her bölgesinde, her şehrinde güvenli bir şekilde, huzur içerisinde yaşamaya devam ediyoruz. Huzurumuzu bozmaya çalışanlara, birliğimizi bozmaya çalışanlara, kardeşliğimizi zedelemeye çalışanlara bugüne kadar fırsat vermedik, bundan sonra da vermeyeceğiz.

Biraz önce Ayhan Başkan da söyledi; farklı siyasi partilerden burada kardeşlerimiz var. Bu çok doğal bir şeydir. Biz hiçbir zaman tek tip insan istemedik. Herkes elbette ki düşündüğünü ifade edecek. Ve herkes inandığı gibi yaşayacak. Herkes de fikir ve inanç hürriyetine sahip olacak. Burada ölçü ne? Burada temel hak ve hürriyetlerin korunması noktasında bir hassasiyet gösterirken, diğer taraftan da elbette ki bu ülkenin, bu devletin, bu milletin de hassasiyetleri var. Kültürel hassasiyetleri var, inanç hassasiyetleri var, ahlakı var, adeti var, örfü var, geleneği var. Elbette bunların korunması ve herkesin buna saygı duyarak, bunları bilerek, özellikle ahlaki değerleri önemseyerek hayatına devam etmesi, birliğimizi muhafaza etme açısından da çok kıymetlidir, çok değerlidir.

Daha önce de yine Eskişehir’e geldiğim bazı dönemlerde ifade ettim; Eskişehir’in 1980’e kadar olan bir durumu var, bir de 1980’den sonraki durumu var. 1980’e kadar, Cumhuriyet dönemiyle birlikte Eskişehir gerçekten Türkiye’de kalkınma hamlesinde öncelikli illerden bir tanesi olmuş. Sanayileşme noktasında öncelikli illerden biri olmuş. Ben 1979-1980’li yıllarda lisede okurken, coğrafya kitabında ne yazıyordu? Eskişehir, Türkiye’nin nüfus olarak 7’nci, sanayi olarak 6’ncı büyük şehriydi. Yani Türkiye’nin en büyük 6’ncı sanayi şehriydi Eskişehir.

Maalesef 1980’den sonra bir duraksama dönemine girdi. Şu anda 20. sıralarda olduğunu biliyorum. İnşallah daha geriye gitmemiştir. Ama son yıllarda bir hamle var. Özellikle üretimde, ihracatta, sanayide, katma değeri yüksek ürünlerin üretilmesinde bir artış var. Geçtiğimiz günlerde Sanayi Odası Başkanımızla ve diğer sanayicilerimizle yaptığımız görüşmelerde elde ettiğimiz veriler, indekslerin bize verdiği neticeler bunu gösteriyor. İnşallah bu artarak, yukarıya doğru devam eder.

Tabii Eskişehir aynı zamanda bir tarım şehri. Özellikle merkezinden biraz dışarıya çıktığınızda zaten tarımla karşı karşıya kalıyorsunuz. Verimli topraklar belli oranda… Zaten ilçelere gittiğinizde tamamen tarım ve hayvancılık olduğunu çok açık ve net görürsünüz. Bizim ilçelerimizin hiçbirisinde maalesef ciddi anlamda organize sanayiler yok, yani üretim yok. Bunu da sağlamalıyız. Sanayiyi ilçelere de, Eskişehir’in bütününe yaymak zorundayız. Gerekirse, bu konuda özellikle belli ilçeler seçilerek, bunların cazibe merkezi olarak ilan edilmesi ve öncelikli sanayi bölgeleri arasına alınması noktasında girişimlerimizi hızlandırmak zorundayız. İlçelerimizin nüfusunu en azından bundan sonra orada tutabilmek adına bu hamlelere büyük ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.

Tarım konusuna gelince… Geçen hafta sonu Günyüzü’ndeydik. Hasat dönemi de başladı şu anda. Dün de Ankara ilçelerinin Ziraat Odası başkanları beni ziyaret etti. Hepimizin bildiği gibi bu yıl çiftçilerimizin iki büyük sıkıntısı var: biri don, diğeri kuraklık. Bu nedenle tarıma en büyük önceliği vermemiz gerekiyor. Çünkü savaşlar ve pandemi bize şunu gösterdi: Bir ülke şu üç alanda kendi kendine yetmek zorundadır. Birincisi gıda, ikincisi ilaç ve aşı, üçüncüsü de savunma sanayii.

Dolayısıyla tarıma “ne verdik, ne aldık” diye bakamayız. Çiftçi öyle bakabilir, çünkü emeğinin karşılığını almak istiyor. Ama ülke olarak bakamayız. Biz üretmek zorundayız. Tarımı, çiftçiyi, tarım üreticisini desteklemek zorundayız.

Bu sene don ve kuraklıktan dolayı hasat çok düşük. Ülke genelinde verim sıkıntısı yok çünkü ekili alan çoğaldı. Geçtiğimiz yıl Sayın Cumhurbaşkanı’nın bir çağrısı olmuştu: “Her yeri ekin.” Hatta nadaslar bile ekildi bu sene. O anlamda rekolte açısından bir sıkıntı yok. Ama çiftçinin sıkıntısı var. Fazla ekmiş ama emeğinin karşılığını alamamış. Hatta hiç alamayanlar var.

Burada iki sıkıntı öne çıkıyor, bunları basınımız aracılığıyla söyleyeceğim. Birincisi; bu don ve kuraklıktan dolayı verim düşük olduğu için çiftçi, Ziraat Bankası ya da diğer bankalara olan borcunu ödeme güçlüğü içinde. Buradan çağrımız, Hazine ve Maliye Bakanlığı’na: Özellikle çiftçilerimizin bu kredileri bir yıl süreyle, çok düşük faizli, tarım kredilerine uygulanan faizle ertelensin. Ama bu ertelendi diye yeni verilecek hibeler ya da krediler azaltılmasın, iptal edilmesin. Aksine artarak devam etmeli.

İkinci bir şikâyetleri daha var: TARSİM. Diyelim ki sigorta yapıyor bunlara, dona ve kuraklığa karşı. Sigorta yaparken parsel bazlı sigorta yapıyor. Yani tarlanın başına geliyor, burayı sigorta ediyor. Ama zarar tespitine geldiğinde köy bazlı yapıyor. Çiftçilerimiz diyor ki: Geliyorlar, köyde bir-iki tarlayı seçiyorlar, ona bakıp hepsiyle ilgili karar veriyorlar. Bu olmaz ki. Nasıl ki her araç ayrı sigorta ediliyorsa, her ev ayrı sigorta ediliyorsa; tarımda da böyle olmalı.

Düşünün; bir mahallede yangın çıkmış. Sizin eviniz yanmış, birkaç ev daha yanmış. Sigorta şirketi geliyor, mahallenin başka sağlam iki evine bakıyor, “Yangın yok” diyor. Tarımdaki uygulama da aynen bu. Don vurmamış veya kuraklık olmamış bir-iki tarlaya bakıyor, “Burada kuraklık yok” diyor. Ama sigorta yaparken parsel bazlı yapıyorsun, parasını alıyorsun. O zaman zarar tespitinde de parsel bazlı yapacaksın.

Bir hususu daha söylemem lazım, özellikle Eskişehir’de söylemem lazım. Çünkü ne dedik: Eskişehir bir sanayi şehri, bir ticaret şehri. Onun için bir emekçi şehri, bir çalışan şehri, aynı zamanda bir emekli şehri. Çünkü çalışanlar bir süre sonra emekli oluyor. En çok çalışan ve en çok emeklinin olduğu şehirlerden biri de bizim memleketimiz, Eskişehir’imiz.

Şimdi tam da gündemde olan üç konu var. Birincisi kamu işçileri toplu sözleşme süreci. Burada da binlerce, hatta on binlerce kamu işçisi var. Biz şu anda yılın altıncı ayındayız. Kamu işçileri hâlâ toplu sözleşme görüşmesi yapıyor. Bugün bir teklif daha alacaklar ya da almışlardır, bilmiyorum. Bu teklif iki yıl için veriliyor. Dört altı aylık dönem var: 2025’in birinci ve ikinci altı ayı, 2026’nın birinci ve ikinci altı ayı. Biz 2025’in birinci altı ayının sonundayız. Bugün 27 Haziran. Hâlâ ocaktan itibaren geçerli olacak bu zamla ilgili anlaşma sağlanamamış. Bu yanlış. Bu sürecin yılbaşından önce yapılması lazım ki işçi ocakta zamlı maaşını alabilsin. Ama altı ay geçmiş, henüz anlaşma yok.

Bu yanlış bir uygulama. Yılbaşından önce yapılır, ocakta işçi zamlı maaşını alır. Şimdi ne oluyor? Ocakta alması gereken zammı altı ay sonra alıyor. Yani bu fark altı ayda eriyor. Yaklaşık yüzde 16-17’lik bir enflasyon var ilk altı ayda, bu da maaşın erimesi demek.

Peki ne teklif ediliyor? Birinci altı ay için yüzde 16, ikinci altı ay için yüzde 8, üçüncü altı ay için yüzde 6, dördüncü altı ay için yüzde 5. Bence bunlar doğru değil. Doğru olan nedir? Evet, enflasyon farkı verilir, ama bunun üzerine en az yüzde 10 refah payı da verilmelidir. Çünkü açıklanan enflasyonla, çarşının, pazarın enflasyonu aynı değil.

İşin doğrusu bu yani. Kirazın 500 liraya satıldığı bir yerde neyi konuşuyoruz biz? Neyi konuşuyoruz? Şimdi öyle bir fırsatçılık var ki… Bu kirazı 500 liraya satan bunu 400 liraya mı mal etti? Hayır! Fazla muhalefet etmeye gerek yok, bu kiraz tarlada 30 liraya mal oldu. Sen çiftçiden 40 liraya alıyorsun, ama tüketici bunu 400-500 liraya alıyor.

Şimdi ben şunu sormak istiyorum: Bu memlekette hiç mi denetim yok? Gidersin kardeşim, sorarsın. Kaça satıyorsun bunu? Ben geçtiğimiz yıllarda Karadeniz’in bir ilçesinde, Çaykur’un çay fabrikasının hemen yanında, yüz metre içinde üç markete girdim. Aynı çay markası – Çaykur’un Altınbaşak markası – birer kiloluk paket, üç markette üç farklı fiyat.

Bu nasıl olabilir? Denetimci gidecek kardeşim, diyecek ki “Çıkar alış faturanı.” Kaça aldın sen bunu? Diyelim ki halden 40 liraya aldın, hal de sana 100 liraya sattı. 100 liraya aldığın bir ürünü sen nasıl 500 liraya satıyorsun? Diyeceksin bir tokat gibi, sert bir tepki koyacaksın ortaya. O dükkânı ya kapatacaksın ya da o tezgâhı yıkacaksın. Bu kadar net.

Devletin görevi burada başlıyor. Vatandaşın hakkını korumak, fırsatçılığa göz açtırmamak zorundasın. Çünkü bu insanlar zaten geçim derdinde. Sen hâlâ bu insanın cebindekine göz dikiyorsan, o zaman devletin görevi seni durdurmaktır.”