Salman Akhtar der ki; insanın kimliği yalnızca benliğinin sınırlarında değil, ait olduğu ilişkilerde, kültürde, geçmişinde köklenir. Ama modern yaşam, bu kökleri inceltiyor. Köksüzleşen benlik, yüzeye tutunuyor. Sanki yaşam bir akış değil de, bitmeyen bir performans. Ve performansın sonunda da sessiz bir yorgunluk: “Ben kimin için uğraşıyorum?”
Terapide sık duyduğum bir cümle şudur: “Hayatım dolu ama içim boş.” Bu çelişki, çağımızın en görünmez yaralarından biridir. Boşluk, depresyon değildir; bazen sadece anlamın kaybolduğu bir alandır. İnsanın iç sesiyle dış sesi arasındaki mesafe büyüdüğünde oluşur. Ve bu mesafe büyüdükçe, kişi kendi merkezini kaybeder.
Psikodinamik açıdan bakıldığında, anlamın kaybı bir savunma biçimi olabilir. Bazı insanlar duygularını hissederse yıkılacaklarından korkar. O yüzden anlamı askıya alır, duygularını dondurur, boşluğa yerleşir. Ama o boşluk bazen ruhun sessiz bir çağrısıdır: “Artık hisset.”
Benim için iyileşmek, köklere dönmektir. Kök, sadece geçmişte değil; insana insan olduğunu hatırlatan her şeydedir.
Bir bağ, bir değer, bir inanç, bir ilişki… Kişi bunlarla yeniden temas ettiğinde, boşluk dolmaz; ama yerini bulur. Çünkü anlam, dolulukta değil, temasın kendisinde yaşar.
Belki de insanın en büyük görevi, boşluğu doldurmak değil, onunla ilişki kurmaktır. O zaman o boşluk artık bir tehdit değil, sessiz bir rehber olur. Ve hayat, bir kez daha içine doğru akar.