Mustafa Kemal Atatürk bunu hayatında sadece 1 kez yaptı

Mustafa Kemal Atatürk’ün ağladığı o sabah, yalnız bir komutanın değil, bir milletin onurunun sustuğu andı.

Abone Ol

O sabah İstanbul’un göğü kurşun rengindeydi. Tarih 13 Kasım 1918. Mustafa Kemal Paşa, Adana’dan gelen trenle Haydarpaşa Garı’na varıyor. Yanında yaveri Cevat Abbas Gürer. Karşılayanlar arasında Doktor Rıfat var. Trenden iniyor. Henüz birkaç gün önce, Mondros Mütarekesi’nin 5. maddesi gereği, orduların dağıtılması emri kendisine ulaştırılmış. Emirde, “Yıldırım Ordular Grubu lağvedilmiştir” yazıyor. Bu telgraf, bir ömrünü cephelerde geçirmiş bir askere, “Artık senin ordun yok” diyor aslında.

Paşa, daha birkaç gün önce Adana’da bu emri duyduğunda, “Ben ordumu teslim etmem” demişti. Padişahın emrini tanımadı. “Ben bu emri yerine getiremem, çünkü yaratılışım buna müsait değil” diyecek kadar netti. Askerliğin gereğini yerine getirmemekle suçlanmayı göze aldı ama teslimiyetin utancını taşımadı. O an, içinden bir şey koptu. O Yıldırım Ordular Grubu Komutanı olarak değil, artık yüreğinde bir milletin geleceğini taşıyan adam olarak yürümeye başladı.

Haydarpaşa Garı’na indiğinde onu karşılayan manga asker, sessizce selam verdi. Paşa başını kaldırdı, gözlerini Boğaz’a dikti. Denizin üzerinde çelik duvar gibi dizilmiş düşman gemileri, aralıksız 5 kilometrelik bir hat oluşturuyordu. En önde Dolmabahçe açıklarında duran gemiler, arkada Büyükada önlerine kadar sıralanmıştı. İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan bayrakları dalgalanıyordu. İstanbul’a giriyorlardı. Ülkenin başkenti artık fiilen işgal altındaydı.

O an sustu. Kimseyle konuşmadı. Yalnızca baktı. Birkaç saniye değil, dakikalarca. Gözleri doldu. Haydarpaşa merdivenlerinin taş basamakları, o sessiz gözyaşlarına tanıklık etti. Çünkü o, 1915’te Çanakkale’de “Ben size ölmeyi emrediyorum” diyen adamdı. Boğaz’dan düşman geçmesin diye ölmeyi emreden komutan. Şimdi o düşman, Boğaz’dan geçiyor. Ve o, seyretmek zorunda kalıyordu.

Aslında o cümle, “Ben size ölmeyi emrediyorum”, bir askeri emirden öte, bir milletin direniş felsefesiydi. Mustafa Kemal o sözleri söylemişti. “Yat emrini beklerken, ben size ölmeyi emrediyorum” demişti. Çünkü biliyordu ki, “biz ölünceye kadar” diye başlayan o söz, arkadan gelenlerin zaferini hazırlayacaktı. O gün orada, 57. Alay’ın her eri bunu anladı. Komutanlarıyla birlikte şehit düştüler. Onların döktüğü kan, Çanakkale’yi geçilmez kıldı. Ama şimdi, aynı gemiler İstanbul önlerinde süzülüyordu.

İşte o gün, Mustafa Kemal Paşa ağladı. Bu, bir yenilginin değil, bir onurun gözyaşıydı. Çünkü o, orduların başında yenilmemişti. Ama bir milletin bağımsızlığına gölge düşürülmüştü. Yanındaki yaver Cevat Abbas Gürer, onun sessizliğini hiç unutmadı. Yıllar sonra anlatırken, “Paşa ağladı, ama o gözyaşlarının içinde kararlılık vardı” diyecekti. O kararlılıktan doğdu zaten o cümle: “Geldikleri gibi giderler.”

Bu, bir öfke cümlesi değil, bir kehanetti. O gemiler gerçekten de geldikleri gibi gitti. Ama o gün, kimse o sözü bir tehdit olarak değil, bir umudun işareti olarak duymuştu. Çünkü Paşa, gözyaşını bile hesapla dökerdi.

Yıllar sonra dünya, o gözyaşlarının anlamını kavradı. Nuri Çolakoğlu’nun hazırladığı “Dünya Basınında Atatürk” kitabı, bu gerçeği bütün çıplaklığıyla gösterdi. Atatürk’ün ölüm haberini alan ülkelerdeki gazeteler, bir dehanın yitirilmesinin yasını tuttu. Sadece dost ülkeler değil, bir zamanlar karşısında savaşmış olanlar da. Küba’da Fidel Castro, Atatürk’ün heykelini diktirdi. Oysa Küba’da hiçbir liderin heykeli yoktu. Sadece Atatürk’ün vardı.

Yunanistan’da ise bir başka sahne yaşandı. Bir zamanlar ordularını Mustafa Kemal’e karşı sahaya süren Başbakan Venizelos, yıllar sonra Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterdi. Bu, tarihsel bir ironiden öte, bir takdirdi. Yunan ordusunun başkomutanı General Trikopis de Uşak’ta esir düştüğünde, Mustafa Kemal’in çadırına getirildi. Üstü başı perişandı. Paşa’ya sordu: “Başkomutan siz misiniz?” Mustafa Kemal sakin bir sesle “Evet” dedi. Trikopis o an anlamıştı: “Şimdi anlıyorum neden kaybettik. Bizim Başkomutanımız savaşı İzmir’den, bir yattan yönetiyordu.” Mustafa Kemal ise “Yanılıyorsunuz Paşa. Çünkü siz Başkomutansınız.” dedi. Trikopis şaşırdı. “Nasıl olur?” diye sordu. “Çünkü size gelen emirler benim elimden geçti. Hatları kestiğim için o talimatları sizden önce ben almış bulundum.”

Bu diyalog, iki komutan arasında geçen bir saygı sahnesidir. Mustafa Kemal, Trikopis’i Yunanistan’a göndermedi. Çünkü biliyordu; oraya dönen her general, Atina’da kurşuna diziliyordu. Gerçekten de Trikopis’in ardından dönen generaller, Başbakan Gunaris ve Ordu Komutanı Hacı Anesti ile birlikte idam edildi. Atatürk, Trikopis’i Ankara’da misafir etti. Onu bir esir olarak değil, bir komutan olarak ağırladı.

Trikopis, Atatürk’ün ölümünden sonra da her yıl Selanik’e geldi. Atatürk’ün doğduğu eve gidip önünde eğildi. Hâlâ orada duran Onur Defteri’ne, her seferinde şu cümleleri yazdı: “Bir büyük insanın önünde saygıyla eğiliyorum.” 10 yıl boyunca bunu tekrarladı.

#Tarih dergisi önemli bir belge yayımladı. Atatürk’ün doğum tarihinin 1881 değil, 1879 olduğunu gösteren bir kayıt bulundu. Şemsi Efendi Okulu’nun kayıt defterinde, babası Ali Rıza Efendi’nin yazısıyla “1879” ibaresi yer alıyor. Tarihler değişebilir, ama o ruh değişmez. O ruh, 1879’da doğmuş bir çocuğun, 1915’te bir milleti yeniden doğurmasına vesile oldu.

Atatürk’ün son yılları da cephe kadar zorluydu. Hepatit C ve siroz teşhisi konuldu. Fransız Profesör Fizanjer ve Türk doktorlar aynı görüşteydi. Ama onu asıl yıpratan, yıllarca cephelerde geçirdiği günlerdi. Böbrekleri, karaciğeri zayıftı. Gençliğinde ayağına giydiği postalı, 1929’a kadar çıkarmadı. O yıl, tüm komutanlarla birlikte emekli oldu. Ama aslında o, hiçbir zaman “sivil” olmadı. Çünkü onun hayatı askerlikle başladı, milletle tamamlandı.

1918’de Sultan Vahdettin’le birlikte Almanya seyahatinden dönerken sancılar içindeydi. Türkiye’de tedavi edilemeyince, Paris’e, ardından Karlsbad’a gönderildi. Aylarca sıcak sularda tedavi gördü. Ama hiçbir tedavi, onun içinde taşıdığı yükü hafifletemedi: Dağıtılmış orduların, işgal edilmiş şehirlerin ve bir milletin sessiz bekleyişinin yükü.

Ve şimdi biz, o yükün ağırlığını her 10 Kasım sabahı hissediyoruz. Çünkü o gözyaşları sadece 1918’de Haydarpaşa merdivenlerine dökülmedi. O gözyaşları, her 10 Kasım sabahı bu topraklara yeniden düşüyor.

O gün ağlayan adam, sadece bir komutan değildi. O, bir milletin kaderini değiştiren adamdı. Gözyaşlarıyla değil, iradesiyle tarihe geçti. Ama bir kez ağladı, sadece bir kez. Çünkü o an, İstanbul’un göğsüne dayanmış bir milletin onurunu taşıyordu.