Cumhuriyet Halk Partisi Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer şu ifadeleri kullandı;
"Bundan sonraki süreç artık hiç “dün gibi” olmayacak. Birleşmiş Milletler raporlarına da yansıdığı üzere, iklim değişikliği nedeniyle dünya önümüzdeki 50 yıl içinde çok farklı bir hale gelecek. İçinde bulunduğumuz siyasi atmosferdeki bu kadar yoğun olumsuzluğun bir kısmının da bu küresel stres ve belirsizlikten kaynaklandığını düşünüyorum. Çünkü yalnızca Afrika’dan 140 milyona yakın insanın göç edeceği, Türkiye’de 2 derecelik ısınmayla Akdeniz’de yaşamın biteceği, Orta Anadolu’nun çölleşeceği, Mezopotamya coğrafyasında ise yaşamın neredeyse “Nuh’un Gemisi” dönemini andırır biçimde yok olacağı artık bilim insanları arasında ciddi biçimde tartışılan bir gerçek.
Peki, tarım neden bu kadar önemli? Tarım, çoğu zaman göz ardı ettiğimiz ama hem doyuran hem giydiren bir sektördür. Çok güzel bir eviniz olabilir, tankınız, topunuz, tüfeğiniz olabilir ama gıdanız yoksa ne savaşı kazanabilirsiniz ne de yaşamı sürdürebilirsiniz. Hava, su ve gıda — yaşamın üç temel unsurudur.
Bu nedenle tarımı ihmal eden ülkelerin sömürge haline gelmemesi mümkün değildir. Çünkü gıdada dışa bağımlılık, başkalarından medet ummak demektir. Paranız varken alabilirsiniz ama öyle bir zaman gelir ki paranız da yetmez, gıdasız kalırsınız. Bugün gelişmiş ülkeler, bizim gibi ülkelere akıl vererek tarımdan uzaklaştırmak için türlü formüller üretmiş ve bunları da uygulamaya koymuştur. Ne yazık ki ülkeyi yönetenler de bu formülleri kabullenmiştir. Türkiye’de bu kırılma noktası 24 Ocak kararlarıyla yaşanmıştır. O kararlardan sonra Türkiye’ye biçilen görev, “Turizmde ve sanayide gelişin; tarımda siz pahalı üretiyorsunuz, biz size veririz.” anlayışı olmuştur. Bu anlayış kabul edildikten sonra, özelleştirmelerle Cumhuriyet’in tüm tarımsal kazanımları yok edilmiş, AK Parti iktidarları dönemine kadar bu süreç sürmüştür. AK Parti döneminde ise bu politikalar acımasızca uygulanmış, dolayısıyla bugün tarımdaki sorunlar geçmişe göre çok daha ağırlaşmıştır.
Bakınız, Tarım Kanunu çıkarıldı. Bu kanuna göre milli gelirin yüzde 1’i çiftçiye verilecekti. Geçen yıl milli gelirin yüzde 1’i 615 milyar liraydı ama verilen destek 135 milyar lirada kaldı. Bu yıl milli gelirin yüzde 1’i 772 milyar lira ediyor, verilen destek ise sadece 168 milyar lira. Yani tarıma verilmesi gereken destek hiçbir zaman verilmedi. Daha da kötüsü, Tarım ve Orman Bakanlığı’nın bütçesi 540 milyar 800 milyon lira. Yani yasal olarak verilmesi gereken destek tutarının bile altında.
Elbette çözüm var. Çözümsüz hiçbir şey yok. Ama çözümü sahiplenebilecek bir yönetim anlayışı gerekiyor. Bu yıl kuraklık, dolu ve don olayları yaşandı. “Ne yapabiliriz?” dediler. Oysa her afetin kendi ölçeğinde çözümü mümkündü. Fakat kaderci bir yaklaşımla “arz açığı oluşmayacak” dediler. TÜİK verilerine göre yalnızca meyvede 8 milyon ton üretim kaybı yaşandı. Buna en az 2 milyon ton kayıt dışı üretimi de eklerseniz toplam kayıp 10 milyon tona yaklaşıyor.
Meyvede yaşanan kaybın nedeni zirai dondu. Çiftçi Kayıt Sistemi’ne (ÇKS) kayıtlı olan veya TARSİM sigortası bulunan üreticiler destek aldı, ancak küçük aile işletmeleri hiçbir destek alamadı. Anadolu’daki üç, beş, on dönümlük bahçeleri olan çiftçiler ÇKS’ye kayıtlı olmadıkları için bu desteklerden yararlanamadı. Sonuçta budama yapılamadı, gübre atılamadı, ilaçlama gerçekleşmedi. Böyle olunca bir sonraki yıl da üretim kaybı kaçınılmaz hale geldi. Bu zincir böyle sürdükçe, kayıplar katlanarak büyüyor.
Tahılda da durum farklı değil. Buğday üretiminde 3 milyon tonluk kayıp yaşandı. TÜİK verilerine göre toplamda 8 milyon tonluk bir düşüş var. Devletin resmi rakamları bunu açıkça gösteriyor. Yine de bakanlar “Türkiye ihracatçı ülke” diyor, Cumhurbaşkanı da “Biz un ve makarna ihracatında dünya birincisiyiz.” diye övünüyor. Ama bu ürünleri üretmek için kullanılan buğday ithal ediliyor. Ortalama 8 milyon ton ithal buğday getiriliyor, işlenip yurt dışına satılıyor. Ancak dünyanın en ucuz makarnasını satan ülke olduğumuz gerçeği de ortada. Yani biz üretiyoruz ama kazanan başkaları oluyor.
Neden ithal ediyoruz? Çünkü ekilebilir arazilerimiz atıl durumda. Cumhuriyet’in ilk yıllarında 6,5 milyon hektar olan ekim alanı, 1950’de 24 milyon hektara, 1980’de 28 milyon hektara çıkmışken bugün 23,8 milyon hektara geriledi. Bu kaybedilen alanlar ekilseydi, ithalata gerek kalmayacaktı.
2002’de 650 bin ton nohut üreten Türkiye, 2025 tahminine göre 406 bin tona gerilemiş durumda. Kuru fasulye üretimi aynı dönemde artmayan nüfusa rağmen azalmış, kırmızı mercimek üretimi 500 binden 230 bin tona düşmüş. Buna karşılık Kanada’dan 600 bin ton mercimek ithal ediyoruz — üstelik tohumunu biz vermişiz. Bu tablo artık tarımın çöküşünü gösteriyor.
Patateste de durum benzer. 1999’da 6,5 milyon ton patates üreten ülke bugün yine 6 milyon ton üretmekte ama 30 milyonluk nüfus artışına rağmen bu miktar yeterli değil. Tüketim alışkanlıklarımız değiştirildi; eskiden evlerde 3-4 çeşit patates yemeği pişerken, bugün çocuklar 300 liralık cipslerle doyuyor. Bu da bir kültürel sömürüdür. Yemek alışkanlıklarımız bile emperyalizmin parçası haline geldi.
Ayçiçeği ve bitkisel yağda da dışa bağımlıyız. Üretimin yarısını ithal ediyoruz. Pandemi döneminde gemiler gelmeyince raflarda ayçiçek yağı kalmadığında gerçek yüzümüze tokat gibi çarptı.
Buğday fiyatları üreticiyi kurtarmıyor. 1 kilo buğdaya 13 lira fiyat belirleniyor ama üretici 11 liradan satmak zorunda kalıyor. Taban fiyat sistemi kaldırıldığı için çiftçi zarar ediyor, tüketici de pahalıya ürün alıyor. Aracıların ve ithalat lobilerinin yönettiği bu düzen tarımın canını okuyor.
Türkiye tarımda planlama yapmadığı için sorunlar derinleşiyor. Üretim planlaması, sulama, toplulaştırma, kırsal altyapı tamamen yetersiz. Köyler boşaldı, gençler ucuz işçi olarak sanayiye yönlendirildi. Kırsalda okul, internet, telefon yok. Köylerin büyükşehir yasasıyla statüsü değiştirildi, verimli tarım arazileri imara açıldı.
Bu tabloyu değiştirmek için Türkiye’nin yeniden yapılanmaya gitmesi gerekiyor. Tarım yasaları sadeleştirilmeli, üretimden pazarlamaya kadar her aşama planlanmalı, alım garantili kooperatif sistemi kurulmalı. Tarımın bağımsızlığı ve sürdürülebilirliği, ancak bu toprakların kontrolünü yeniden çiftçiye vererek sağlanabilir."




