Eskişehir’de konuşan Özlem Gürses şu ifadeleri kullandı;
“Kendi doğup büyüdüğümüz Türkiye'den daha müreffeh, daha mutlu, daha özgür, daha çağdaş bir Türkiye'yi bu yeni kuşağa bırakamadık. Bunu bir kere itiraf edelim. Geçen 23 sene içerisinde, sabah yine bunu konuşuyorduk. Bir halk geri gitmek ister mi? Başladığı noktadan daha geriye neden gitmek istesin bir toplum? Ama oldu. Hem de halkın bir bölümünün, hem de önemli bir bölümünün rızasıyla oldu bu. Buna çok üzülüyorum. Hayalini kurduğumuz cumhuriyetin, eşitliğin, demokrasinin, kardeşliğin, çağdaşlığın, ilericiliğin 2025 yılında bambaşka bir noktada olmasını beklerdik elbette. Bu yüzden çok düşünüyorum. Gençlere yakın olmaya çalışıyorum, onları anlamaya çalışıyorum.
Ben 20’li yaşlarımda ATV’de bir muhabir olarak mesleğe başladığımda, o maaşımla orada burada gezerek, biriktirerek, kredi çekerek, ailemden borç alarak – kendime bir ev ve bir araba alabilmiştim. 28 yaşımda bir evim ve bir arabam vardı. Bugün arkadaşlarımız bırakın ev, araba sahibi olmayı, pencere almayı bile hayal edemeyecek durumdalar.
Bir de tabii bir idealimiz vardı. Kendimizi memlekete ait hissediyorduk. Memleketi de kendimize ait hissediyorduk. Bir gün bile “Biz Orta Doğu toplumu muyuz?”, “Ülkeye şeriat mı gelir?” gibi soruları düşünmedik. Hep kendimizi o muasır medeniyet vizyonunun bir parçası gibi hissettik. Bir gün bile düşünmedim ben bunu. Ama bugün geldiğimiz noktada, gençler ve aslında hepimiz, muazzam bir kimlik karmaşası içindeyiz. Buna da çok üzülüyorum. Gençler kendilerini bu ülkenin hikayesine bağlı hissetmiyorlar. Kendi hikâyelerini de gerçekleştiremiyorlar. Aradaki bağ koptu. Bu boşluk duygusu ne yazık ki birçok “uçsuz” genç yarattı.
Ama burada, Eskişehir’de, çok farklı bir tablo var. Allah aşkına, siz Eskişehir’de ne yaptınız? Yılmaz Büyükerşen Hoca bir hikâye yarattı. Ahmet Ataç Başkan ve Kazım Kurt Başkan’la birlikte mutlu bir kent, mutlu insanlar yarattı. Bir şey söyleyeceğim: Ben Eskişehir’e aşığım ve sık sık vesileyle gelmeye çalışıyorum. Birçok noktasını artık ezbere biliyorum. Siz burada adeta bir ülke kurmuşsunuz. Bir ülke kurar gibi bir kent, bir kültür yaratmışsınız. Ve bu kültür, sokaklardaki insanların yüzündeki gülümsemeye bile yansımış.
Sıkıntılar yok mu? Var. Makro siyasetin yarattığı ekonomik buhran nedeniyle sıkıntılar elbette var. Hepimiz aynı ekonomik dertlerle boğuşuyoruz. Ama onun dışında bir kentte yaşamanın getirdiği özgürlük, çok kültürlülük, dünyaya açık bir zihin, hoşgörü, sokaklarını birlikte yaşamak ve paylaşmak... Kentin sanatını, hayvanlarını, parklarını birlikte paylaşmak... Burada olağanüstü bir şey var. Ve keşke bu şahane şeyi 23 sene içerisinde tüm Türkiye’ye yaygınlaştırabilseydik.
Görüyorum ki Eskişehir, 23 sene içinde başladığı noktadan bugüne gerçek bir özgürlük adası, gerçek bir kültür adası, gerçek bir medeniyet adası hâline gelmiş. Üniversitesiyle, en ufak kafesiyle, fandom etkinlikleriyle bambaşka bir dünya yaratılmış. Sonra dönüp Türkiye’ye bakıyoruz. Zulmant’ı yapıyoruz; Türkiye’nin 23 senede geldiği yer, Eskişehir’in tam tersi bir yön. Herkes bir yöne gitmiş, siz tersine gitmişsiniz. Mersin’i de unutmayalım, çünkü Mersin de şahane. Orada da benzer bir dünya yaratılmış.
Bunu çoğaltmamız lazım. En çok üzüldüğüm şey şu. Türkiye, bir "kalanların ülkesi"ne dönüşüyor. Ve ilk defa bu göçün bir adı var. Türkiye daha önce iki kitlesel göç yaşadı: Biri darbe göçü 80 darbesi sonrası yaşanan; işkenceler, faili meçhuller... Sayın Kazım Kurt Başkan, Uğur Mumcu’nun katledildiği otomobili buraya getirerek bize unutmamamız gereken bir hakikati gösteriyor.
Bakın, gazetecilik okuyan arkadaşlara söylüyorum, moralinizi bozmak istemem ama o otomobilin yanına gidin, oturun ve 5 dakika boyunca sadece ona bakın. Hakikatle bağımız koptu. O anı hatırlayın. Oralardan geldik. Bir diğer göç de gurbetçi göçüydü. Ailelerimizin Almanya’ya çalışmaya gidişi. Biri darbe göçüydü, diğeri emek göçü.
Şimdi ise bu göçün adı literatüre “Erdoğanist göç” olarak girdi. Evet, uluslararası akademik literatürde bu ifade geçiyor: Erdoğan’ın ülkesindeki sorunlardan kaynaklı göç. Bu beni çok derinden yaralıyor. Ve bir hikâyeyle bitireceğim.
7-8 sene önce, Sözcü gazetesinde çalışırken bir Türk profesörün kanser araştırmalarını haberleştirmek için Amerika’ya gittim. Önceden haber vermedim, çat kapı gittim. Kuzenim New York’ta yaşıyordu, millerle bilet aldım. Yale’e trenle gittim; New Haven, New York’a 45 dakika. Kalacak yerim yoktu, bir otel ya da hostel bulurum dedim.
Tren istasyonunda bir taksiye bindim. Şoför Arap kökenliydi. Dikiz aynasında bir fotoğraf vardı, dikkatimi çekti. Askeri kamuflajlı iki kişi... “Tanıdınız mı?” dedi. “Evet,” dedim. “Biri benim,” dedi. Jet pilotuymuş Irak’ta. Savaştan kaçmış. “Eşiniz, çocuğunuz?” dedim. “Kimileri öldü, kimileri kayboldu. Geride bıraktıklarım da oldu. Buraya geldim, yeni bir hayat kurdum, evlendim, üç çocuğum var,” dedi. “Ne iş yapıyorsunuz?” dedim. “Görüyorsunuz, taksi şoförüyüm,” dedi. Geldiğinden beri bu işi yapıyormuş.
“Durumlar biraz değişti, dönmeyi düşünmez misiniz?” dedim. Arkaya döndü, gözümün içine bakarak dedi ki: “Bazen dönecek bir ülkeniz olmaz.”
Bu söz içime oturdu. Hiç unutmuyorum. Ama ben şunu biliyorum: Bu ülkenin gençlerinin dönecek çiçek gibi bir ülkesi olacak. Ve o gençler, o birikimlerle, hasret kaldıkları evlerine mutlaka dönecekler.”