ESKİŞEHİR HABER

Eğitim Bir Sen Genel Başkan Yardımcısı Abdülaziz Aydın Eskişehir'de konuştu

Eğitim-Bir-Sen Eskişehir buluşmasında hem toplu sözleşme mesajları hem de uluslararası gündem ve sendikal tarihle ilgili dikkat çeken açıklamalar yapıldı.

Abone Ol

Eğitim Bir Sen Genel Başkan Yardımcısı Abdülaziz Aydın şu ifadeleri kullandı;

“Bugün İslam’ın izzetini, şerefini ve sancağını yere düşürmemek için dünyanın en zalim ırkına karşı mücadele veren başta Yemen, Pakistan ve sınır boylarımızda elleri tetikte bekleyen kahraman Mehmetçiğimizi bir kez daha huzurlarınızda selamlıyorum. Rabbim onların yar ve yardımcısı olsun, onları her daim mansur ve muzaffer eylesin, inşallah.

Sizleri selamlarken, milletimizin yüzlerce yıllık birikimi içinde oluşan düşünce ve fikirlerin eylemle bütünleşmesini, örgütle güçlenmesini arzuluyorum. Bu yüzden sendikaya ihtiyaç duyuyoruz. Yaklaşık otuz yıl önce böyle güzide bir teşkilatın temelini atan, kurucu genel başkanımız Mehmet Akif İnan’ı bir kez daha rahmet ve minnetle yad ediyorum. Dün ahirete irtihal eden ve bugün Ankara’da defnedilecek olan önceki genel başkanlarımızdan Zübeyde Teyze’ye de Rabbim rahmet eylesin, mekânı cennet olsun, inşallah.

Sendika ve sendikacılık alanında sizler Eskişehir’de, bizler ülke genelinde sahadayız. Sendika dediğimizde; yasal bir mevzuat çerçevesinde hak aramak, haksızlığa karşı durmak, çalışma şartlarının iyileştirilmesi için mücadele etmek, emek, mesai ve ücret skalasındaki belirsizliklerin ve suistimallerin giderilmesi amacıyla kurulmuş yasal bir yapıdan söz ediyoruz. Nihayetinde üyemiz adına yaptığımız faaliyetlerde, öncelikle görevimizi bu şekilde tanımlıyoruz.

Bir sendikayız, evet; ama sadece “sendika” deyip geçmemek gerekiyor. Aynı zamanda bir sivil toplum kuruluşuyuz. Sendikaların STK olması nedeniyle bazen ikilem yaşanıyor. Ancak sendikaları diğer STK’lardan daha önemli hale getiren iki temel parametre vardır. Birincisi, geniş bir örgütlenme ağına sahibiz, kıymetli arkadaşlar. Eskişehir Odunpazarı’ndaki bir üyemiz, Rize Çamlıhemşin’in köyündeki başka bir üyemizle irtibata geçtiğinde ve onun sağlığıyla ilgili bilgi aldığında, bu yalnızca 10-15 dakikasını alıyor.

İkincisi, sistem diyor ki: “Eğer belli bir sayıya ulaşırsanız mali gücünüz olur.” Bu mali güce ulaştığınızda toplantılar düzenleyebilir, eylemler yapabilirsiniz. Bu iki parametre, sendikaların olaylara müdahale edebilmesi açısından onları diğer STK’lardan birkaç adım öne çıkartıyor. Gerçekten güçlü bir yapı bu; önemli bir güç. Sendikacılık, yerli ve milli isimlerin, milli bir zihniyetin elinde olduğunda vatanın ve milletin bekası, gelecek nesillerin istikbali adına ciddi kazanımlar sağlayabilecek bir konuma ulaşabiliyor. Ancak bu güç, gayrimilli isimlerin, bu millete, tarihine, inancına düşman olanların eline geçtiğinde, ülkenin bekasına ilişkin ciddi tehditler oluşturabiliyor.

Buna şahit miyiz? Evet, şahitiz. Türk Devleti'nin tarihi de buna şahittir. Tarihte bunun onlarca örneği var. Mesela 1970 yılında darbe konseyi kurulduğunda, bazı sendikalar bir araya gelerek basın yoluyla bu darbeyi desteklediklerini açıklamışlardır. 1980 öncesi saha ısıtılmış, darbe için uygun zemin oluşturulmuştur. O dönemi yaşayan büyüklerimiz hatırlar; terör ortamı oluşturulmuş, eylemler yapılmış, silahlı saldırılarla toplum kaosa sürüklenmiştir. Sonuçta 1980 darbesi gelmiştir.

Burada dikkat çekmek istediğim husus şudur, kıymetli arkadaşlar: 12 Eylül darbesine hizmet ettikleri gerekçesiyle Türk-İş’in Genel Sekreteri Sadık Şiller, Çalışma Bakanlığı ile ödüllendirilmiştir. Bu, sendikacılık tarihine kara bir leke olarak geçmiştir. Hizmet ettiniz, darbe oldu, karşılığı olarak size bakanlık verildi. Bu yetmedi; fırsat bulduklarında milli iradeye müdahale etmekten çekinmediler.

Cumhuriyet tarihinin en ağır sosyolojik darbesi olan 28 Şubat sürecinde sendikalar, Ankara’da ve Türkiye’nin çeşitli illerinde yüz bin kişilik mitingler düzenledi. Bu mitinglerin adı da “Türkiye’yi kurtarma mitingleri”ydi. Türkiye’yi neyle kurtarıyorlardı? Az önce başkanımız da ifade etti; SGK ve Bağ-Kur emeklilerine yüzde 300 oranında zam yapılan, memura yüzde 130 zam verilen, faizlerin düştüğü, iç borcun sıfırlandığı bir dönemde Türkiye’yi kurtardıklarını iddia ediyorlardı. Tersine bir mühendislik yapıyorlardı. Zulümle, baskıyla sözde kurtarıyorlardı Türkiye’yi.

Oysa millet memnundu. Bu milletin tırnağıyla kazıya kazıya iktidara taşıdığı merhum Erbakan hükümeti, Fadime Şahin ve Müslüm Gündüz gibi sahte figürlerle itibarsızlaştırılarak devrilmiştir.

Toplantımızın başlangıcı ve sonuçları itibarıyla alacağımız kararların ve yapacağımız değerlendirmelerin hayırlara vesile olmasını niyaz ediyorum.

Sizleri selamlarken, bugün İslam’ın izzetini, şerefini ve sancağını yere düşürmemek için dünyanın en zalim ırkına karşı mücadele eden başta Kassam Tugayları, Yemen, Pakistan ve sınır boylarımızda elleri tetikte bekleyen kahraman Mehmetçiğimizi huzurlarınızda bir kez daha selamlıyorum. Rabbim onların yar ve yardımcısı olsun; onları her daim mansur ve muzaffer eylesin, inşallah.

Yine sizleri selamlarken, milletimizin yüzlerce yıllık birikimi içinde oluşan düşünce ve fikirlerin eylemle bütünleşmesini, örgütle güçlenmesini arzuladığımı ifade etmek istiyorum. Bu yüzden sendikaya ihtiyaç duyuyoruz. Yaklaşık otuz yıl önce böyle güzide bir teşkilatın temellerini atan kurucu genel başkanımız Mehmet Akif İnan’ı bir kez daha rahmet ve minnetle yâd ediyorum. Dün ahirete irtihal eden ve bugün Ankara’da defnedilecek olan önceki genel başkanlarımızdan Zübeyde Teyze’ye de Rabbimden rahmet diliyorum, mekânı cennet olsun inşallah.

Sendika ve sendikacılık alanında sizler Eskişehir’de, bizler ise ülke genelinde sahadayız. Sendika dediğimiz şey, yasal mevzuat çerçevesinde hak aramak, haksızlığa karşı durmak, çalışma şartlarının iyileştirilmesi için mücadele etmek, emek, mesai ve ücret skalasındaki belirsizlikleri ve suistimalleri gidermek amacıyla kurulmuş bir yapıdır. Bizler de üyemizin adına yürüttüğümüz faaliyetlerde öncelikle bu sorumluluğu taşıyoruz.

Sendika deyip geçmemek gerekiyor. Aynı zamanda bir sivil toplum kuruluşuyuz. Bu bağlamda sendikaları diğer sivil toplum kuruluşlarından daha önemli hale getiren iki temel parametre bulunmaktadır. Bunlardan ilki, geniş bir örgütlenme ağına sahip olmamızdır, kıymetli arkadaşlar. Eskişehir Odunpazarı’ndaki bir üyemizle, Rize Çamlıhemşin’in köyündeki başka bir üyemiz arasında iletişim kurulması yalnızca on, on beş dakika sürüyor. İkinci olarak, sistem diyor ki: Eğer belli bir sayıya ulaşırsanız bir mali güce sahip olursunuz. Bu mali güç sayesinde toplantılar, eylemler düzenleyebilirsiniz. İşte bu iki unsur, sendikaların olaylara müdahale edebilmesini sağlayarak onları diğer sivil toplum kuruluşlarından birkaç adım öne çıkarıyor. Bu gerçekten büyük ve önemli bir güçtür.

Bu güç, yerli ve milli isimlerin eline geçtiğinde; vatanın ve milletin bekası, nesillerin geleceği adına ciddi kazanımlar sağlanabilir. Ancak gayrimilli zihniyete sahip, bu milletin tarihine, inancına düşman olan kişilerin eline geçtiğinde, aynı güç ülkenin bekası için tehdit oluşturabilir. Buna bizler şahidiz. Türk Devleti’nin tarihi de buna şahittir. Nitekim tarihte bunun birçok örneği mevcuttur.

Kısaca hatırlarsak: 1970 yılında darbe konseyi desteklenmiş, sendikalar bir araya gelerek basın açıklamalarıyla bu desteği ilan etmiştir. 1980 öncesinde ise saha, adeta darbeye hazırlık için ısıtılmıştır. Ağabeylerimiz hatırlayacaktır; bazı bölgelerde eylemler yapılıp kurşun sıkılmış, ortam gerilmiştir. Nihayetinde bu süreç 1980 darbesiyle sonuçlanmıştır.

Burada dikkat çekmek istediğim husus şudur: 1980 darbe konseyi, darbeye hizmet ettikleri için Türk-İş Genel Sekreteri Sadık Şiller’i Çalışma Bakanlığı ile ödüllendirmiştir. Bu, sendikacılık tarihine düşülmüş kara bir lekedir. Siz darbeye hizmet ettiniz, biz de sizi bakan yaptık denmiştir. Ancak bu yetmemiştir. Fırsat bulduklarında yeniden ortaya çıkmışlardır.

Cumhuriyet tarihinin en ağır sosyolojik darbesi olarak nitelendirdiğimiz 28 Şubat sürecinde de sendikalar, Ankara başta olmak üzere birçok şehirde yüz binlerin katıldığı mitingler düzenlemiş, bunlara da "Türkiye’yi Kurtarma Mitingleri" adını vermişlerdir. Peki, Türkiye’yi neyden kurtarıyorlardı? Enflasyonun yüzde 300’e vardığı bir dönemde, SGK ve Bağkur emeklilerine verilen zamdan mı, memurlara sağlanan yüzde 130’luk iyileştirmeden mi, faizlerin düşmesinden mi, yoksa sıfır dış borçlanmadan mı?

Tersine bir mühendislik yürütülüyordu. Türkiye’yi zulümle kurtarıyorlardı, kendilerince. Oysa millet memnundu. Bu milletin tırnağıyla kazıya kazıya iktidara taşıdığı rahmetli Erbakan Hükümeti, bir Fadime Şahin’e, bir Müslüm Gündüz’e feda ettirildi.

Milli olanların çok olması önemli değil. Milli olanların aynı zamanda örgütlü ve güçlü olması gerekiyor. Dolayısıyla bu konuyu bir örnekle kapatacağım çünkü vaktimiz ilerliyor. Kıymetli misafirlerimiz de salona geldi, onlar da belki sizleri selamlamak isterler.

Nasıl tahrip edildiğine dair küçük ama aslında çok büyük bir örneği Kıbrıs’tan vereceğim. “Kıptes” adlı bir sendika kuruldu. Şeytan, Fatiha’nın ilk harfini duyduğunda nasıl rahatsız oluyorsa, Kıbrıs’ın yüzde 85 öğretmen üyesine sahip olan “Kütös” Sendikası da bu durumdan rahatsız oldu. Yaptıkları açıklamalara baktığınızda, Türkiye’den giden öğretmenleri –burada aramızda bulunan Yurt Dışı Genel Müdürümüz de dahil olmak üzere– ajanlık ve provokatörlükle suçluyorlar.

Peki, bu gücü nasıl ele geçirdiler? Bana anlatılana göre, Kıbrıs’ta müfredat hazırlama ve öğretmen atama yetkisi bu yapıya verilmiş. Yani Kıbrıs Eğitim Bakanlığı adeta bir “konu mankeni” hâline getirilmiş. Güç ve kudret onlarda. Sistemi istedikleri gibi yönlendiriyor ve Türkiye’ye meydan okuyorlar.

Bu topraklar şehit kanlarıyla fethedildi ama sendikaların zamanla nasıl etkili bir yapı haline geldiğinin açık bir örneğidir bu. Bir avuç öğretmen, bakıyorsunuz Türk Devleti’ne meydan okuyor. Yıllardır da nesli bu okullarda tahrip ettiler. Ne yaptılar? Üç temel görevleri vardı çünkü bu kişiler ya Rum halkından ya da Türklükten kopup Rumlaşmış insanlardı. Kendi dinine, diyarına düşman bir nesil yetiştirdiler. Türk düşmanlığı, Anadolu düşmanlığı, İslam düşmanlığı üzerinden, uluslararası çatı örgütlerle birlikte hareket ederek Kıbrıs’ı otuz yıldır bize yabancılaştırdılar. Bu, sendika eliyle gerçekleşti kıymetli arkadaşlar.

Biz de bugün orada yerimizi aldık, Kıbrıs’a bir sendika kurduk. Eğitim-Bir-Sen adına oraya giden öğretmenlerimizle birlikte yurt dışı teşkilatlanma görevimizi başlattık. “Kervan yolda düzülür” diyerek çalışmalarımıza başlayacağız.

Sol fraksiyona sahip bazı kişiler, eğitimlerini 60’lı ve 70’li yıllarda Çin ve Rusya gibi demirperde ülkelerinde aldı. Bunlara karşı, Türkiye’yi sosyalizme ve komünizme teslim etmemek için Batı’da ve Amerika’da eğitim almış ve “sağ” olarak tanımlanan sendikalar vardı. Bunların kamuya da yansımaları oldu. Peki, biz ne yaptık? Kendi müktesebatımızı esas aldık, kendi geçmişimize yaslandık, ilhamımızı oradan aldık.

Genel Başkanımızın da sık sık eğitim seminerlerinde vurguladığı gibi, bizim üç temel referansımız var. İlki, Peygamber Efendimizin peygamberliğinden önce katıldığı bir örgütlenme modeli olan “Hilfu’l-Fudûl”dür. Yemenli bir tüccarın malına el koyan Mekke’nin en güçlü adamı Ebu Cehil’e karşı bu topluluk “O malı vereceksin!” diyerek karşı duruyor ve başarılı oluyorlar. Peygamber Efendimiz daha sonra “Peygamberlik geldikten sonra dahi yine aynı örgütlenmede yer almayı isterdim” buyuruyor.

Buradan çıkardığımız temel ilke şu: Dinimiz mazlumun dinini, mezhebini, rengini sormaz. Mazlum mazlumdur. Peygamber Efendimiz “İyilik yapın” buyurur ama “Sadece Müslümanlara iyilik yapın” demez. İşte biz de bu iyiliğin kamudaki temsilcileriyiz. İyilik sadece birinin karnını doyurmak ya da cebine para koymak değildir. Bazen insanlar yıllar sonra arıyor, “Eşimle dua ettik, müdahaleniz olmasa namusum tehlikedeydi” diyorlar. Bu tür geri bildirimler bizi ziyadesiyle mutlu ediyor. Bu başarı şahsi değil, 400 bin kişilik bir kitlenin gücünün yerelde karşılık bulmasıdır.

İkinci referansımız Semerkand ve Buhara’dan başlayan, Halep’e kadar uzanan hatta kurulan “Fütüvvet Teşkilatı”dır. Bu teşkilat, gençlerden ve adanmışlardan oluşur. Nerede bir mazlum varsa oraya müdahale eder, dönemin valisine ve halifesine bilgi verir. Zamanla bu teşkilattan Ahi Evran, Şeyh Kirmani ve Şeyh Edebali gibi isimler çıkmıştır. Bu üçlü, Anadolu irfanının temellerini atmıştır.

Ahi Evran, gelen misafire “Gel zikir yapalım” demez, ahlaki kaideleri belirleyen kurallar koyar. Ahilik, yalnızca bir esnaf teşkilatı değil, toplumun tüm kesimlerine nüfuz eden bir yapılanmadır. Osmanlı’nın üç ana kurucusundan biri olduğu da söylenir. Ahi Evran, aynı zamanda Anadolu’da iktisat ve finansın temellerini atar. “Borç bir ödeme kabiliyetidir” der. Borçlanmadan önce “Bana omuz verir misiniz?” diye ahilere danışılır. Bu, yardımlaşma ve dayanışmayı kurumsallaştıran bir yapıdır. Hâlâ Anadolu’da buna benzer küçük çaplı örgütlenmelere rastlıyoruz.

Biz de kendimizi ifade ederken, Kurucu Genel Başkanımız Mehmet Akif İnan’ın “milletimizin yüzlerce yıllık birikimi” dediği bu yardımlaşma geleneğine yaslanıyoruz. Kahramanmaraş merkezli depremler olduğunda milletimiz her şeyiyle yardıma koştu. Kamyonlar yollara sığmadı. Yer gök yardım yağdı. 15 Temmuz’da yaşanan fedakârlık gibi o dönemde de büyük bir dayanışma sergilendi.

Bölgelere gittiğimizde bazı arkadaşlar, “Başkanım, o dönemde sizinle görüşmüştük ama hatırlamadınız” diyor. O dönemki yoğunluk ve stres elbette unutkanlık da getirmiştir. Teşkilatlarımız oradaydı, yardım faaliyetlerine katıldılar. Biz, Anadolu irfanının kamudaki bugünkü temsilcileriyiz.

Bir sendika başkanı sosyal medyada paylaşım yapıyor: “Benim başkanım ortada yok ama Eğitim-Bir-Sen 25 bin öğretmeniyle sahada çorba dağıtıyor, hamallık yapıyor.” Diğeri 25’inci gün Milli Eğitim Bakanlığı’na gelip “Ben buradayım” diyor. Bir başka sendikanın yöneticisi, “Bu şehir bana ölümü hatırlatıyor, 6 ay yokum” diyerek çekip gidiyor.

Bu millet bir musibetle, bir savaşla karşı karşıya kalsa, yine fedakârlığı yapacak olan bu kitledir kıymetli arkadaşlar. Bu bir beylik laf değil, inandığım için söylüyorum. Evet, bu konuda söylenecek daha çok söz var ama geçiyorum.

Eğitim alanında yetkili sendika olarak hükümetle masaya oturan biziz. Sorduklarında diyoruz ki: "Bakın, sadece toplu sözleşme masasıyla ilgili konuşuyorum. Bu bizim karnemiz; günahıyla sevabıyla."

Kazanım dediğiniz şey, gökten altın yağması değil. Masaya oturduğunuzda 1 olanı 1,5 yapabilmektir. 1,5 olanı 6’ya çıkarabilmektir. 3 saatlik ek dersi 4’e, 5’e çıkarabilmektir. Bu serüven böyle devam eder. Bugün aldığımız kazanımlar, 15 yıllık bir sürecin sonucu. İnşallah önümüzdeki 15-20 yıl içinde bu 88 kazanım, 160’a, 260’a çıkar.

Ama bütün bu organizasyonlar, faaliyetler, yorgunluklar sadece 88 kazanım için mi? Hayır. İşte başkanım burada, İbrahim Başkanım. Ben de 9 yıl şube başkanlığı yaptım. Günde yüzlerce telefon alırdık; yüzlerce kişi derdini anlatırdı. Yüz kişi arıyorsa, üç-beş kişinin sorununu çözmek de bir kazanımdır. Bunlar birikir, birikir ve sonunda eğitim çalışanları adına milyonlarca bireysel kazanım oluşur.

En son geldiğimde, rehber öğretmenlerle ilgili yaklaşık 2 bin 500 dava açıldığını öğrendim. Bu, genel merkezimiz tarafından bize iletilen bilgi notlarında yer alıyor. Dolayısıyla davalar, bireysel müdahaleler derken sistem bu şekilde dönüyor. Bahsettiğimiz 88 kazanım, sadece bizim toplu sözleşme masasında hükümet kanadından resmi olarak elde ettiğimiz kazanımlar. Bunun içinde KİK yok, hukuk alanındaki kazanımlar yok. Genel merkezimiz, şube başkanlarımızın bireysel girişimleriyle, il milli eğitim müdürlükleri aracılığıyla elde edilen birçok kazanım var. Bunlar kitaplara sığmaz, burada uzun uzun anlatamayacağım ama sahip çıkmamız gerekiyor.

Bazen tekrar etmekte fayda var. Diyorlar ki, “Ne yaptınız?” Hatta bazıları “Ben sendikalara inanmıyorum, böyle sendikacılık mı olur?” diyor. Hatta biri çıkıp diyor ki: “Herkes cebinden çıkarıp parasını verirse, ben Kamil Mağaralı sendikacılığına inanırım.” Doğru, herkes katkısını verirse bu sendikacılık olur. Ama bir şey var: Üyemin bana verdiği destekle elde ettiğim kazanımın patent hakkına sen sahip olamazsın. Sonra da masada direniyorsun, bağırıp çağırıyorsun, strese giriyorsun. Geçen dönem Hacı Bayram Başkan masada kalp krizi geçirdi. Enerji Bir-Sen Genel Başkanımızdı.

Bu işin stres yükü büyük. İki yılda bir aynı süreci yaşıyorsun. Okulda bir öğretmen geliyor, kazanıma sahip çıkıyor ama katkı vermiyor. Sonra da dönüp eleştiriyor. Bu sistem değişmeli. Çünkü bu sistem sendikayı da sendikacıyı da itibarsızlaştırıyor.

Pandemi döneminde yaşanan örneği hatırlayın. Hocamız diyor ki: “Ek ders hesabıma yatmış ama hata olmalı.” Hayır, bu bir toplu sözleşme kazanımıdır. Hiçbir okul idaresi kafasına göre ödeme yapamaz. Bu devletin size verdiği bir hakkın ürünüdür. Ananızın ak sütü gibi helaldir. Bunu anlattığımızda şaşıran, telefonu kapatan üyelerimiz oluyor.

Bugün idari tatillerin, dini bayramlar dışındaki tüm tatillerde ek ders alır hale geldik. Bu önemli bir kazanımdır. Deprem döneminde 6 Şubat'ta sistemde kayıtlı olan ek ders, Eylül ayına kadar ödenmeye devam etti. Devlet, “Hakkâri’ye mi gidiyorsun, Edirne’ye mi? Aileni al, ben hem maaşını hem ek dersini ödeyeceğim” dedi. Dünyada böyle bir sistem yok. Bu konuda sağlık çalışanları zaman zaman eleştirilerde bulundu. “Onlar çalışmamış ama ek ders alıyor” dediler. Oysa öğretmenler de görevini yaptı. Bu, önemli bir parametreydi.

Uzman öğretmenlik ve başöğretmenlik sürecinde de çok zorlandık. Kongre dönemimizde okulları ziyaret ettiğimizde yarım saatlik görüşmenin yirmi beş dakikasında sopa yiyorduk adeta. Çünkü tabanımız o kadar saf ve masum ki iki kişi gelip provoke ediyor, otuz kişi size cephe alıyor. Ama sabırla sürdürdük. Nihayetinde uzman olan uzman, başöğretmen olan başöğretmen oldu. Sabretmek gerekiyormuş.

Diğer sendikalar da yalan söylemekten başka çare bulamıyor. İki örnek vereceğim: Beni arayıp “Elektrik faturalarıyla ilgili ne yapıyorsunuz?” dediler. Ne olmuş faturaya? “Buraya geldi bir sendika başkanı, ‘bize üye olursanız faturanız yüzde 25 indirimli olacak’ dedi.” Mart’tan sonra da gelecekmiş. İnsanlar buna inanıyor.

Başka bir örnek: “Sınıfınızda Suriyeli öğrenci var mı?” diyorlar. Varsa, “UNICEF’ten ek ders aldıracağım” diyorlar. İnsanlar buna da inanıyor. Okullardan istifalar geliyor. Müdahale ediyoruz. Diyoruz ki: “Eğer bu UNICEF’ten ek ders alınabiliyorsa biz bu bölgedeki tüm öğretmenleri istifa ettirip size geçireceğiz.” Üzerinden 3-4 yıl geçti, ne gelen var ne de bu yalancılara hesap soran. Maalesef tabanımız çabuk kandırılıyor, çabuk aldatılıyor. Bu da bizim en büyük sorunumuz.