Elbette yapay zeka bir gün bir şairden daha iyi şiir yazabilir. Hatta belki daha kusursuz ölçülerle, daha tutarlı imgelerle, daha “rasyonel” eserler de çıkarabilir.

Ama o bir şiir yazmadan önce motivasyon olarak sevdiği kişiyi düşünmüyor. Ya da ayrılığın acısı ile ağlayıp, kelimeleri döktüğü kağıdı gözyaşları ile ıslatamıyor. Çünkü ağlamak, hissetmek, duygularını ifade etmeye çalışmak verilerle açıklanabilen bir şey değildir; mantık dışıdır, “irrasyoneldir”.

Literatürde yapay zeka, düşünsel fonksiyonları taklit için vardır; duygular konusunda bir amaç yüklenemez. Bu yüzden yapay zeka da duyguları “tahmin” ediyor, çünkü hissedemiyor. Bir kaybın acısını istatistiklerle, bir aşkın coşkusunu kelime olasılıklarıyla kuruyor. “Hüzün” ya da “özlem” kelimelerini doğru yerde kullanabiliyor ama kavramın duygusal bağlamını kuramıyor, ağırlığını hissetmiyor. Bu, yağan yağmuru pencere camından izlemek gibi: ıslanmak yok, sadece gözlem ve analiz var.

İyi bir yazar, yazdığı cümleyle hem arınır hem yanar. Cümlenin sonunda bazen biraz eksilir, çoğu zaman da eskir. Yapay zeka ise yanmadan, sadece “gösterir”. Anlamlar üretir, hisler üretemez. Belki bu yüzden kusursuzdur, çünkü yanmamıştır, eksilmemiştir, eskimemiştir. Ama sanat biraz yanık kokmalıdır; aksi halde steril kalır.

Ki bu, sanatın bedel unsurudur. Tarihte büyük sanatlar genellikle bedeller ödenerek doğmuştur. Çoğu zaman uykusuzlukla, kimi zaman delilikle ve bazen de kalp kırıklığıyla. Her fırça darbesinin, her cümlenin bir karşılığı vardır. Yapay zeka ise bedelsiz, hatasız ve “kusursuz” üretim çağını temsil ediyor. Ürettiği şey doğru, ama deneyime dayalı değil; dolayısıyla eksik. Bu da sanatın etik temelini sarsıyor. Çünkü bedel ödemeyen, anlamı tam kavrayamaz.

Esasen gerçeklerin, yaşanmışlıkların ve deneyimlerin ikna gücü vardır. İnsan, yazdığını yaşadığı için inandırıcıdır. Bir cümleye gözyaşı bulaştıysa, o kelimenin tonu değişir. Yapay zeka yazdığına inandıramıyor; çünkü eserleri yaşanmışlığa dayanmıyor. Bu noktada okur, sanatla duygusal bağ kurmakta zorlanıyor. Belki de mesele “iyi yazmak, kusursuza ulaşmak” değil, “gerçeklere” dayalı olmasıdır.

Her sanatın içinde biraz sessizlik vardır; duyguların doldurduğu, söylenemeyenlerin yankısı. İnsan bazen kelimelerle değil, kelimelerden arta kalan boşlukla konuşur. Bazen sessizlik konuşmaktan çok şey anlatır. Yapay zeka ise o boşluğu doldurma eğilimindedir; çünkü eksikliği “kusur” olarak görür. Oysa insan, bir şairin o sessizliğini kendi duyguları ile doldurur. Sessizliği anlar, çünkü orada kendi iç sesini duyar. Bir şiirdeki durak, bir tabloda bırakılmış beyaz bir alan, bir müzikteki nefes… Hepsi duygunun yankılandığı yerdir.

Yapay zeka bir gün rasyonel olarak kusursuz bir melodi kurabilir, ama o melodinin arasındaki nefesi hâlâ bilemez. Çünkü nefes almak, yaşamak kadar kırılgan ve kırılmak kadar da insancadır. Belki de bu yüzden bir gün makineler şiiri mükemmel yazsa bile, o şiiri okurken hâlâ insan sesi duymak isteyeceğiz. Çünkü hiçbir algoritma, yanmanın yerini tutmaz.

Ve hatta belki de bu yüzden sanatın en hakiki biçimi, tam da o “kusurlu sessizlikte” gizlidir. Hiçbir makinenin simüle edemediği bir iç titreşimde. Orada ne veri vardır, ne algoritma; sadece varoluşun çıplak sesi: “Ben buradayım.”