Bir insanın hayatı, kâr-zarar tablosuna sığmaz. Fakat bugün bazı ilaç şirketleri, insan yaşamını kâr hanesine yazılacak bir kalem gibi görüyor. Bu durum sadece etik değil, hukuki bir sorun da doğuruyor.

Bir hastalığın tedavisi mümkünken, ilaca ulaşamayan birinin yaşam hakkı elinden alınmış demektir. Oysa Anayasa’nın 17. maddesi, herkesin “yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma hakkına” sahip olduğunu açıkça yazar. Bu madde devlete, bireyin yaşamını koruma yükümlülüğü getirir.

Ayrıca Anayasa’nın 56. maddesi, “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir” der ve devleti, herkesin hayatını beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamakla görevlendirir. Bu görev, doğrudan Sağlık Bakanlığı’nın sorumluluğundadır. Yani Bakanlık, hem ilaçların teminini sağlamakla hem de vatandaşın tedaviye erişimini güvence altına almakla yükümlüdür.

Eğer bir ilaç, stok yetersizliği, fiyat politikası ya da dağıtım engeli nedeniyle hastaya ulaştırılamıyorsa, bu sadece bir lojistik sorun değildir. Bu, yaşam hakkının ihlalidir. Sağlık Bakanlığı bu durumda pasif kalamaz. Görevi, piyasayı denetlemek, fahiş fiyat uygulayan şirketlere müdahale etmek, gerekirse kamulaştırma veya kamu üretimi yollarına başvurmaktır.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2. maddesi yaşam hakkını korur; 12. madde ise sağlık hakkını sosyal bir hak olarak tanımlar. Yani bu konudaki sorumluluk sadece Türkiye’nin iç hukukunda değil, uluslararası hukukta da devlete yüklenmiştir.

Mağdur olan bireylerin ise hukuki yollara başvurma hakkı vardır. İlaca erişemediği için tedavisi aksayan bir kişi, devlete karşı “hizmet kusuru” iddiasıyla idari dava açabilir. Aynı zamanda ilaç şirketlerine karşı Türk Borçlar Kanunu’nun 49. maddesi kapsamında “haksız fiil” gerekçesiyle tazminat davası açılabilir.

Hukuk, bazen sadece dosya düzenlemek değil, adaletin sesini duyurmaktır. İnsan sağlığını ticarete indirgeyen anlayışa karşı çıkmak, hem vicdani hem hukuki bir sorumluluktur.