Artık kimse “nasılsın?” sorusuna gerçekten cevap vermiyor. Çünkü kimsenin zamanı yok. Sabah kalkıyoruz, kahveyle birlikte ajandayı açıyoruz.

Bitmeyen işler, cevaplanması gereken mesajlar, yetişilmesi gereken hedefler…
Ve günün sonunda, her şey yapılmış olsa bile içimizde garip bir huzursuzluk kalıyor.
İşte tam orada, görünmez ama hep var olan o misafir devreye giriyor: anksiyete.

Psikodinamik açıdan anksiyete, sadece korku ya da stres değildir.
Anksiyete, bastırılmış bir duygunun “ben hâlâ buradayım” demesidir.
Hızlandıkça, o sesi susturuyoruz. Daha çok iş, daha çok hareket, daha çok kontrol…
Ama ruhun temposu, bedenin temposuyla aynı değildir.
Bu yüzden “hızla yaşayanlar”, çoğu zaman içsel olarak donmuş hisseder.

Bütüncül açıdan baktığımızda, anksiyete bir bozulma değil; içsel dengeye dönme çağrısıdır.
Yani beden sinyal verir, zihin anlamlandıramaz, ruh arada sıkışır.
Kalp atışı hızlanır, eller terler, zihin “bir şey olacak” hissine kapılır.
Ama çoğu zaman “bir şey” olmaz. Çünkü olan şey, içerde olur:
İhmal edilmiş bir ihtiyaç, duyulmamış bir duygu, bastırılmış bir öfke…
Anksiyete, bunların hepsinin dili olabilir.

Modern kültür bize “rahatla” derken aynı anda “hızlan” diyor.
İronik biçimde, sakinleşmeyi bile performansa dönüştürdük.
Meditasyon yaparken bile “doğru yapıyor muyum?” diye düşünüyoruz.
Oysa anksiyetenin çözümü, daha iyi nefes almakta ya da sadece “pozitif düşünmekte” değil.
Çözüm, o anksiyeteyi duymaya cesaret etmekte.
Çünkü duygularla temas kurmadan, zihin sessizleşmez.

Anksiyete bazen sadece “dur” demenin başka bir biçimidir.
Dur ki beden yetişsin.
Dur ki zihin, ruhun hızına kavuşsun.
Dur ki kendini yeniden hissedebilesin.

Belki de anksiyete, içimizdeki en dürüst ses.
Yalnızca onu bastırmayı bıraktığımızda, bize gerçekten neye ihtiyacımız olduğunu fısıldar.