Bağlanmak insanın doğasında var. Henüz bebekken bile, yaşamak için birine tutunmamız gerekir.
O ilk tutunma, bir yandan hayatta kalma biçimimizdir; öte yandan duygusal hafızamızın temelini oluşturur. O yüzden büyüdüğümüzde de hâlâ tutunmak isteriz. Birine, bir yere, bir duyguya.
Ama işte tam da burada mesele başlar. Tutunduğumuz şey bir yanıyla bizi yaşatırken, öbür yanıyla tehdit eder. Çünkü bağlanmak, ayrılma ihtimalini de beraberinde getirir.
Psikodinamik bakışla bağlanma, sadece sevgi değil aynı zamanda kayıp riskini de taşır. Kimi için sevilmek, hemen ardından terk edilmekle eşdeğerdir; kimi için yakınlık, bağımlı olmakla karışır. Bazılarımız ilişkilerde fazlaca tutunur, “beni bırakma” deriz aslında farkında olmadan. Bazılarımızsa bağ kurmadan kaçarız, “bırakılmamış olmak” için kimseye yaklaşmayız. Her iki uçta da ortak bir duygu vardır: kaygı. Yakınlıkla tehdit arasındaki o ince çizgide savrulmak.
Bağlanma biçimlerimiz, erken dönemdeki ilişkilerimizin yankısıdır. Anne, baba, bakım veren… kim bize nasıl temas ettiyse, o ritim içimizde bir model oluşturur. Sevilmek güvenli mi? Ayrılmak ölüm gibi mi? Yoksa ikisi birden mi? Çocukken kurulan bu duygusal kod, yetişkinlikte ilişkilerimizin görünmez şifreleri olur.
Terapi odasında en çok duyduğum şeylerden biri şudur: “Birine yaklaşınca içim karışıyor.” Bu karışıklık, bağlanmanın doğasında var. Yakınlık isteriz ama bağımlı hissetmek istemeyiz. Ayrışmak isteriz ama yalnız kalmaya da dayanamayız. İşte burada psikoterapi, bu iki kutbun arasında bir köprü kurar. Sevginin, özerklikle barışabileceği bir iç alan yaratır.
Belki de bağlanma ve ayrılma birbirine zıt değil; aynı hikâyenin iki nefesidir. Biri “sen varsın” der, diğeri “ben de varım.” Gerçek bağ, işte o iki varoluşun birbirine değdiği yerde başlar.