Her yer “otantik ol”, “kendin ol”, “özünü yaşa” diyor. Sabah kalktığında kahveni eline alıp “bugün de kendim olmayı seçiyorum” diyen milyonlarca insan var.
Ama bazen tam da bu çağrı, insanı kendinden uzaklaştırıyor. Çünkü “kendin olmak”, bir görev haline geldiğinde artık sahici olmuyor.
Psikodinamik açıdan “gerçek kendilik” (Winnicott’un true self dediği kavram), performansla değil, temasla ortaya çıkar. Yani insan kendi duygularına, arzularına, sınırlarına dokunabildiğinde gerçek kendiliğiyle bağlantı kurar. Ama dış dünyanın gürültüsü o kadar fazla ki, içsel ses neredeyse fısıltıya dönüyor. O fısıltıyı duyamadığımızda, aslında başkalarının gözünde “otantik” görünmeye çalışıyoruz bu da ironik bir sahne yaratıyor: kendin olmaya çalışırken başkaları gibi hissetmek.
Görüşmelerde sık duyduğumuz bir cümle vardır: “Artık kendim gibi hissetmiyorum.” Aslında bu cümledeki özlem, kişinin kaybettiği gerçek kendiliğine yönelmiş bir çağrıdır. O kayıp, bir günde olmaz; çoğu zaman erken dönemde, sevilmek ya da kabul görmek uğruna bastırılan küçük duygulardan başlar. “Böyle olursam sevilirim.” “Bunu yaparsam değer görürüm.” Yıllar sonra bu öğrenme, içselleşir ve kişi “kendim olursam kaybederim” inancını taşır. O yüzden bugün, “kendin ol” çağrısı kulağa özgürlük gibi gelse de, birçok kişide kaygı yaratır. Çünkü o “kendin”, yıllardır kapalı bir odadadır.
Gerçek kendilik, bir kimlik değil, bir haldir. Kendin olmanın formülü yoktur; çünkü o bir “yapma” hali değil, bir “olma” halidir. Bütüncül bakışla, ruh-zihin-beden dengesi kurulduğunda, kişi kendiliğini zaten yaşamaya başlar. O zaman “otantik olmak” çabasına gerek kalmaz. Belki de bu çağın ihtiyacı, daha fazla kendini bulmaya çalışmak değil; biraz susup, içerden gelen sesi yeniden duymayı öğrenmektir. Gerçek kendilik zaten orada sadece sessizliği bekliyor.