Kontrol etmek, çoğu insana güç gibi gelir. Bir şeyleri önceden planlamak, ihtimalleri hesaplamak, sürprizleri azaltmak…
Böyle yapınca sanki hayat daha güvenli olur. Ama kontrol, zamanla görünmez bir yük haline gelir. İnsanı korumak isterken, nefesini daraltır.
Terapide sık duyduğum bir cümle vardır: “Kontrolü kaybedersem her şey dağılır.” Aslında bu cümledeki “her şey”, çoğu zaman insanın kendi iç dünyasıdır. Kaotik bir geçmiş, tutarsız ilişkiler, öngörülemez bir çocukluk… Böyle bir zeminde büyüyen biri, kontrolü bir tür hayatta kalma stratejisine dönüştürür. Kendini ancak her şeyi bilirken, tahmin ederken, hazırlıklı olurken güvende hisseder. Ama bir noktada bu strateji de tükenir. Çünkü hayat, kontrol edilemeyecek kadar canlıdır.
Teslimiyet kelimesi çoğu kişiye pasiflik gibi gelir. Oysa teslimiyet, pes etmek değildir. Teslimiyet, “her şeyin olacağına bırakalım” rahatlığı değil; “her şeyi kontrol edemem” gerçeğini kabullenmektir. Aradaki fark çok büyüktür. Kontrol, korkudan doğar; teslimiyet, farkındalıktan.
Dinamik açıdan kontrol, egonun kaygıyla baş etme yoludur. Ama bazen ego o kadar yorulur ki, artık her şeyi tutamaz. Tam o anda insan, ilk kez kendi sınırını hisseder. Ve belki de o sınıra temas etmek, teslimiyetin başlangıcıdır.
Teslim olmak, dağılmak değildir. Tam tersine, parçalarıyla barışmaktır. Kendini akışa bırakmak, yaşamın seni devirmesine izin vermek değil; onu taşıyacak kadar esnemeyi öğrenmektir.
Belki de olgunlaşmak, artık her şeyi bilmek değil; bilmemeye de dayanabilmektir. Hayatı kontrol etmekten vazgeçtiğinde, kaybolmazsın. Sadece biraz daha insana benzersin. Ve o hâlde, nihayet biraz huzur gelir.