İnsanın kendine dair en kırılgan alanlarından biri, değer duygusudur. Kendini değerli hissetmek çoğu zaman doğal bir hâl gibi görünür ama öyle değildir.
Birçok insan için değer, varoluşsal bir gerçeklikten çok, kanıtlanması gereken bir şeydir. Sanki değerli olmanın yolu, bir şeyler başarmaktan, birilerinin onayını kazanmaktan geçer.
Bu durum genellikle erken ilişkilerde şekillenir. Çocuk, sevildiğini hissettiği anda bir formül öğrenir: “Böyle olursam sevilirim.” Zamanla o formül kimliğe karışır. Yetişkin olduğunda da kişi, o çocukluk denklemini yeniden üretir; farkında olmadan hep bir ispat hâlindedir. Bir işi iyi yapmak, bir ilişkide beğenilmek, bir ortamda takdir görmek… Her biri, “değerliyim” duygusuna giden geçici yollardır. Ama geçici oldukları için doyurmazlar.
Yetersizlik hissi, çoğu zaman bu geçiciliğin fark edilmesiyle belirir. İnsanın içi, dışarıdan gelen onayla dolmaz artık. Çünkü içteki boşluk, bir eksiklikten çok bir yoksunluğa aittir. O yoksunluk da genellikle koşulsuz sevginin eksikliğidir.
Terapide bu tema sıkça karşımıza çıkar. Bir danışan, hayatında her şeyi yoluna koyduğunu ama hâlâ kendini “eksik” hissettiğini söyler. Bu “eksik” kelimesi çoğu zaman değerin dışarıya devredildiğini anlatır. Kişi, kendi iç dünyasında bir ölçü geliştiremediğinde, dış dünyanın terazisine teslim olur. Ve bu terazi hiçbir zaman dengede kalmaz.
Değer duygusunun yeniden inşası, bir anda gerçekleşmez. Birini ya da bir şeyi bırakmakla değil, içte bir alan açmakla başlar. O alanda insan, kendine karşı daha tarafsız bir yerden bakmayı öğrenir. Ne büyüklenir, ne küçülür; sadece kendine yaklaşır.
Yetersizlik hissi kaybolmaz belki, ama anlamı değişir. Artık eksik olduğunu değil, insan olduğunu hatırlatır. Ve belki de tam o noktada, değer yeniden sessizce yerine oturur.