İnsanın kendiyle ilişkisini en sessiz yerinden bozan duygulardan biri utançtır. Suçluluk bir eyleme aittir; “bir şey yaptım” der.

Utançsa kimliğe dokunur; “ben yanlışım” der. Ve işte o fark, insanın iç dünyasında derin bir kırılma yaratır.

Salman Akhtar, utancın kültürel bir sessizlikle beslendiğini söyler. Bazı toplumlarda çocuk, yanlış yaptığında “ayıp”la terbiye edilir. Bu kelime, dışarıdan gelen bir bakışın içe yerleşmesidir aslında. Zamanla o bakış içselleşir, insan kendi içine baktığında bile gözünü kaçırır. Kendi varlığını sakınır; görünür olmaktan değil, görülmekten korkar.

Terapide sık duyduğum cümlelerden biri şudur: “Bunu söylersem kötü biri sanırsınız.” Oysa kişi kötü değildir; sadece görülmekten ürker. Utanç, insanın kendine yönelttiği cezadır. Ve çoğu zaman o ceza, başka kimsenin veremeyeceği kadar ağırdır.

Dinamik olarak baktığımızda utanç, benliğin en kırılgan alanını koruma çabasıdır. Kendini saklamak, reddedilme ihtimaline karşı bir savunmadır. Ama korumaya çalıştığı şeyi de aynı anda kısıtlar: Gerçek benliği.

Utançla baş etmenin yolu “kabul edilebilir kırılganlık”tan geçer. İnsan ancak kırılganlığını inkâr etmediğinde güçlenir. Terapide bir danışan, ilk kez gözyaşı döktüğünde bazen utançla başını öne eğer. Ama o an, aynı zamanda bir doğum anıdır. Çünkü utancın maskesi düştüğünde, benlik görünür olur.

Utanç, yok edilmesi gereken bir düşman değildir. O da bir rehberdir aslında; “burada incindin” diyen sessiz bir işaret. Ve belki de insanın özgürleşmesi, utancı susturmakla değil, ona yer açmakla mümkündür. Kendine bakarken gözünü kaçırmadığın gün, iyileşmeye başlarsın.